AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ
İkinci Dünya Savaşı sırasında insanlığa karşı işlenen suçlar,
yönetici ve devlet adamlarına karşılıklı anlayışa dayanan birliğin
oluşturulması, yeni bir Avrupa kurulması düşüncesini benimsetmiştir.[1]
İşte bu anlayış içinde Avrupa’nın ilk siyasal kuruluşu olan Avrupa Konseyi,
“Üyeleri arasında ortak varlıkları olan, ülkü ve ilkeleri korumak ve yaymak,
ekonomik ve toplumsal girişimleri sağlamak” amacıyla 1949 yılında kurulmuştur.
Avrupa Konseyi’nin amaçları arasında yer alan en önemli ilke,
insan haklarının ve temel özgürlüklerinin geliştirilmesi ve korunmasıdır. Bu
ilkeler çerçevesinde 4 Kasım 1950 tarihinde imzalanan Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi, 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe girmiş, Türkiye sözleşmeyi 1954
yılında onaylamıştır.
AİHS’nin en önemli
özelliği, koruma altına aldığı temel hak ve özgürlükleri kapsamlı olarak
düzenlemesi, hangi koşullarla ve nasıl sınırlanabileceklerinin ölçütlerini
koyması ve işlevselliğini sağlayacak denetim organlarını kurmasıdır. Bu
yapılanmaya katılan Avrupa Konseyi ülkeleri ulusal düzenlemelerinde, sözleşmeye
aykırı yasalar çıkarmama ve varolan hukuklarını sözleşmeye uygun bir biçimde
yenileme yükümlülüğü altındadırlar.
AİHS’yi, diğer bildiri ve sözleşmelerden ayıran önemli bir
özellik, sözleşmede öngörülen temel hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla
kurulan denetim mekanizmasının bulunmasıdır. Böylelikle sözleşme, insan
haklarının korunmasının ulusal düzeyden, uluslararası düzeye geçmesini
sağlamış, bireyi uluslararası hukukta söz sahibi yapmıştır.[2]
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE İSLAM HUKUKU’NDA YAŞAMA HAKKI
Yaşamak, her varlığın, her insanın tabii bir hakkı olduğundan
canlının ilk işi, varlığını devam ettirmek için bütün gücüyle çalışmasıdır.
Yaşayışı güven içinde bulunmayan bir insanın daima üzüntülü olması bundandır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi yaşama hakkına şu şekilde yer vermiştir; “Herkesin yaşam
hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm cezâsı ile cezâlandırdığı bir
suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezânın yerine getirilmesi
dışında hiç kimse kasten öldürülemez.” [3]
Sözleşme de beyan edilen ilk esasî hak 2. Madde de yer alan
ve 4. sayfada tekrar ele alınan yaşam hakkıdır. Yaşam hakkı ilk sayılan haktır.
Çünkü tüm hakların en temel olanıdır. Eğer biri yaşam hakkından keyfî olarak
mahrum bırakılırsa diğer tüm haklar anlamsız olacaktır. Bu hakkın temel olma
niteliği ayrıca hakkın “geri alınamaz” nitelikte olmasında belirgindir. “Savaş
zamanında ve ulusun varlığını tehdit eden diğer olağan üstü durumlarda” bile bu
hak esirgenemez.[4]
Yaşam hakkı ancak kanun ile son bulabilir.
İnsanlığın
yaratılışına ve tabiatına uygun olan İslâm, fertler için tabii olan bu hakkı
önemle korumuştur.[5]
Hayat hakkı İslam’da korunması gereken beş haktan[6] biridir. İslam’a göre hayat, şânı yüce
yaratıcının insana ihsanıdır. Hiç kimse, Allah’ın iradesi dışında ona sahip
olamaz. Bu konuda yüce Allah (cc): “Doğrusu dirilten ve öldüren Biziz; hepsinin
gerisinde de Biz kalırız.”[7]
diğer bir âyet-i kerîmede ise: “Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş
bizedir.”[8]
buyuruyor.
Toplumun yararı ve yaşayanların hayatını korumak için
kişilerden yaşama hakkını kaldırmak yalnız devlete verilmiştir. Haksız yere bir
insanın hayatına saldırmak, bütün topluma yapılmış bir saldırıdır. Bir insanın
hakkını vererek, onu ölümden kurtarmak, bütün toplumu hayata kavuşturmaktır.
Yüce Allah (cc) bu konuda mealen şöyle buyuruyor: “Kim bir kimseyi, bir kimseye
veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları
öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse, ölümden kurtarırsa, bütün insanları
diriltmiş gibi olur.”[9]
İslam’da bir sebeb yokken savaş açılıp insanlar öldürülemez. İslam
dini, maddi zenginlikler ele geçirmek, güç kazanmak amacıyla savaşılmasını
meşru saymamıştır. Savaşı temelde iki nedenden dolayı caiz görmüştür:
1. Allah’ın dinini ve adaleti yeryüzüne yaymak
2. Müslümanların yaşadığı topraklara saldırı olduğunda
savunma amacıyla savaşmak.
Savaş halinde, sivillerin, özellikle kendi halinde yaşayan
din adamları, kadın ve çocukların öldürülmesini İslam dini yasaklamıştır. İslam
yine bireyin kendini yok etmesini[10],
kan davası gütmesini[11],
kürtaj[12]
ile çocuğunu aldırmasını da yasaklamıştır.
İslam hukukuna göre kişinin yaşama hakkına saldıran bir adam,
bunun cezasını kendi hakkından yoksun bırakılmak suretiyle görecektir.[13]
Buna da kısas adı verilir. İslâm’da hayata tecavüz, nasıl en kötü bir cürüm,
büyük bir günah ise hayat ile ilgili olan haklara saldırmak da böyledir.
Görüldüğü üzere hem Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hem de
İslam yaşama hakkını en temel haklardan saymış ve korunmasına yönelik
tedbirleri almışlardır. Her iki sistemin de arasında ciddi benzerlikler
görülmektedir. Yalnız şu var ki: İslam hukukunun olaya daha şumüllü baktığını
görüyoruz. İslam yaşamı ancak Allah’ın verip alacağını söyleyerek hem ceninin
hayatına son verilmesini, hem de intiharı suç sayar. İntihar sebebiyle ölen
kimselerin de diğer tarafta cezalarını göreceklerini bildirir. Diğer taraftan
ceninin katli ve intihar ile ilgili hüküm
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde görülmemektedir.
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ’NDE VE İSLAM HUKUKU’NDA
KÖLELİK
Köle, hukuki, iktisadi ve sosyal bakımdan hür insanlardan
farklı ve aşağı statüde bulunan kimse demektir.[14]
Kölelik, bir insanın başka birinin malı ve mülkü olmasıdır. Başka bir kişinin
malı ve mülkü olan kişiye köle, memlûk veya kul; köle sahibine ise efendi veya
mevla denir. Bazı durumlarda uşak ve hizmetçi de köle anlamına gelir. Kadın
kölelere ise cariye adı verilir.
İnsanoğlunun tarihi kadar eski olan kölelik müessesesine ilk
çağlardan başlayarak bir çok uygarlıkta rastlamak mümkündür. Sümerler, Akadlar,
Eski Mısır, Hitit, Fenike, Babil, Hint uygarlıklarında kölelik müessesesi
varolmuştur. Eski Yunan ve Roma’da da kölelik yerleşik bir kurum olarak
karşımıza çıkmaktadır. Kölelik kurumunun ortaya çıktığı uygarlıklarda kölelerin
hukuki statüleri hemen hemen aynıdır. Köleler haklara ve borçlara ehil
değillerdir ve bu nedenle hukuk sistemi içinde kişi olarak kabul
edilmemişlerdir. Köleler hakkın sahibi değil konusu olmuşlardır.[15]
Modern hukuk sistemlerinin hemen hepsinde insanlar doğumla
birlikte haklara ehil olurlar. Bugün ilkçağ insanının anladığı ve uyguladığı
şekilde bir kölelik kurumunun kabulünü düşünmek insanlık için dehşet verici ve
imkânsızdır.[16]
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 4.
Maddesi gereğince kölelik şu şekilde yasaklanmıştır.
1. Hiç kimse köle ve kul halinde
tutulamaz.
2. Hiç kimse zorla çalıştırılamaz ve zorunlu çalışmaya tabi
tutulamaz.[17]
Bu madde geçmiş sistemlerde olan kölelik anlayışına son
vermekte, köleliği hükümsüz saymaktadır. Köle olarak addedilen kimseler de
insandırlar ve her insanın doğumuyla elde ettiği hakka sahiptirler. Kimse birini kendi mülkiyeti
altına alıp çalıştıramaz, onun özgürlüğünü kısıtlayamaz. Birini mülkiyeti altına
almak cezai meyyide gerektirir. Hakkında hukuki işlemler yapılır ve Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin almış olduğu karara göre cezası verilir.
İslam Hukuku köleliği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi
tamamen kesip atmamıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 20. yüzyılın bir
ürünüdür. İnsanlık 20. yüzyıla gelene kadar bir çok badireler atlatmış ve belirli
fikri bir doygunluğa ermiştir. AİHS’de kölelik konusunda böyle kati kararın alınmasında konjöktörün
büyük etkisi olmuştur.
İslamiyet ortaya çıktığında köleliği gerek Arap toplumunda
gerekse diğer komşu toplumlarda yerleşik bir kurum olarak bulmuş ve müesseseyi
kabul etmiştir. İslâmiyet’in kölelik müessesesini kabul etmesi eşitlik ve
örgürlük ideali ile çelişir görünmektedir. Ama İslamiyetin köleliğe karşı
tutumu ve tavrı bize pek de çelişmediğini göstermektedir. İslâmiyet’in köleliğe
karşı tavrını iki özelliğin belirlediği söylenebilir: Bunlardan birincisi
İslâmiyet’in tedrici olarak kölelik kurumunu kaldırmayı hedeflemiş olması,
ikincisi de azad oluncaya kadar kölelere insanca muamele edilmesi konusunda
etkin önlemlerin alınmasıdır.[18]
Genel olarak bakılacak olursa İslam Hukuku’nun köleliği
kaldırmaya yönelik tutumlarda bulunduğu görülür. Yalnız buna rağmen kölelik
tamamen kaldırılmamıştır. Bazı İslam hukukçuları kaldırılmamasına sebep olarak
savaşları göstermektedirler. Bildiğimiz üzere İslâm Hukuku’nda köleliğin en
önemli kaynağı savaş esirliğidir. İslâm hukukuna göre savaşta ele geçirilen
esirler için üç durum söz konusu olabilir. Karşılıksız ya da belli bir fidye
karşılığı serbest bırakmak, hürriyetlerini ellerinden alarak köle statüsüne
geçirmek, ya da öldürmek.[19]
Eğer kölelik kaldırılırsa savaş esirleri serbest bırakılır ki bu durumda
serbest bırakanları bekleyen ölüm akıbeti bulunur.
Kuran hukuki açıdan kölelikle ilgili cahiliyye toplumunda
olmayan yeni hususlar getirmiştir. Köleye ait yeni hükümler teşri ederek
kölelerin durumunu iyileştirmiştir. Kur’an’da kölelere iyi davranılması tavsiye
edilmektedir: “Allah kulluk edin. Ana babaya, akrabaya, yetim ve öksüzlere,
çaresizlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, maliki
olduğunuz kişilere iyi ve güzel davranın”[20] Yine Kuran
“Sizden hür, mümin kadınla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, ellerinizin
altındaki, genç mümin köle kızlardan biriyle evlensin. Hep birbirinizdensiniz”[21]
ayetiyle köle ve hür kimseyi aynı statüde değerlendirmiş, evlenmelerine cevaz
vermiştir. Köle azad etme konusunda ve köleye ihsanda bulunma konusunda daha
bir çok ayet vardır.[22]
Hz. Peygamber (sav) de çok çeşitli hadislerde kölelere iyi
davranılmasını öğütlemiş ve köle azadını teşvik etmiştir. “Her kim mümin bir
boyunu hürriyete kavuşturursa, Allah hürriyete kavuşturulan kişinin her uzvuna
karşılık hürriyete kavuşturan o adamın bir uzvunu ateşten azad eder”.[23]
“Kim bir köleyi döverse onun kefareti, onu azat etmektir.”[24]
Görüldüğü üzere İslamiyet kölelik kurumunu kabul etmekle
birlikte bu kuruma karşı yeni ve farklı bir yaklaşım tarzı benimsemiştir. İslâm
hukukunun kölelik müessesesi konusunda getirdiği yeniliklerden ilki kölelik
kaynaklarını sınırlamasıdır. İslâmiyet daha önceki dönemlerde görülen bizzat
kendini satmak veya borç sebebiyle kölelik gibi kölelik nedenlerini reddeder.
İslâmiyet’in kölelik kurumu ile ilgili getirdiği ikinci önemli yenilik köle
azadını teşvik etmesi ve azad yollarını çoğaltmasıdır. İslâm’da köleler çeşitli
yollarla hürriyetlerine kavuşabilmişlerdir. Köleler bir karşılık beklenmeden
Allah rızası için azad edilebilir (gönüllü azad), bir sözleşme ile hürriyetini
satın alabilir (mükatebe), efendi ölümü halinde kölenin hürriyetine kavuşacağı
şartını koşabilir (tedbir) veya efendisinden bir çocuk doğuran cariye (ümm–i
veled) efendisi ölünce azad olabilir. Ayrıca belli dini kuralların ihlâlinin
kefareti olarak köle azadı öngörülmüştür. Kasda benzer ya da hataen adam
öldürme fiillerini işleyenler, yeminini bozanlar, karısına karşı zihar yapanlar
kefaret olarak köle azad etmek zorundadırlar.[25]
Üstelik hürriyetine kavuşan bir köle herhangi bir sınırlamaya tâbi olmadan her
türlü haktan istifade edebilir.
İslâmiyet’in kölelikle ilgili olarak yaptığı tüm bu olumlu
düzenlemelerle beraber, köle hak (vücub) ve fiil (eda) ehliyetine sahip bir
hukukî şahsiyet değildir. Alınıp, satılabilir, sahibi öldüğünde terekeye dahil
olup mirasçılara intikal eder, mehir karşılığı verilebilir.[26]
İslam’da kölelik konusunda Fethullah Gülen Hocaefendi’nin şu
görüşü takdire şayandır: “İslâm köleliği vaz'etmedi; bilâkis onu tâdile koyuldu
ve kurutma yollarını gösterdi. Şayet harplerin döküntüsü esirler ve bir kısım
sefil ruhların bunu teşvik ve terviçleri olmasaydı, kölelik İslâm'ın muallâ
bünyesinde, tenkit edildiği şekliyle asla pâyidâr olamazdı. Zaten, zarurî
olarak karşısına çıkan kölelik için de o, ahkâm vaz' etmişti ve onu arz
edildiği şekilde sefalet ve perişaniyetten; mazlumiyet ve mağduriyetten halâs
ederek, mutlak hayra ve mutlak güzele yönelmişti.”[27]
Sonuç olarak bakılacak olursa karşımıza AİHS’nde kölelik
hiçbir şekilde kabul edilmemekte, hukuki olarak yok sayılmaktadır. İster
savaştan elde edilen esir olsun, ister köleden doğmuş olsun birinin özgürlüğünü
kısıtlamak kanunen suçtur. İslam Hukuku köleliğin normal karşılandığı bir
ortamda teşekkül ettiği için köleliği bünyesine belirli kurallar ve prensipler
çerçevesinde almıştır. Köleliğin kaynaklarını kısıtlamış, bir çok konuda
kefaret olarak köle azad etmeyi getirmiştir. Hür kimsenin ise hiçbir neden
yokken özgürlüğünün kısıtlanmasını haram saymıştır.
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE İSLAM HUKUKU’NA GÖRE
MÜLKİYET
Mülkiyet hakkı, hukuki bireylerin taşınır vaya taşınmaz olan
herhangi bir mala sahip olma haklarına denir. Bu hak en eski tarihten bu zamana
kadar birçok hukuk sisteminde, felsefe anlayışında ve adetlerde bulunmuştur.
AİHS bu hakka şu şekilde yer vermiştir:
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı
sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel
ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.”[28]
İfade de belirtildiği gibi ancak kamu yararı sebebi ile
kanuna uygun bir şekilde mülkiyete dokunulabilir. Bunun dışında kimse bir
sebebe dayanmadan mülkiyet ihlali
yapamaz. Mülkiyet ihlali yaptığı takdirde AİHS
kararlarına uymamasından dolayı
AİHM’nin uygun gördüğü cezai müeyyideyi alır.
İslam, mal ve mülklerin gerçek sahibinin Allah olduğunu söyler. Yeryüzünün ve göklerin mülk olarak
Allah’a ait olduğunu bildiren bazı ayetler şunlardır: “Göklerde ve yerde olanların mülkü
ancak Allah’ındır. O herşeye kadirdir.”[29] “Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin
mülkiyeti sadece Allah’a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah’ın
her şeye gücü yeter.”[30]
“Şüphesiz ki, göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. Dirilten
ve öldüren O’dur. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı
vardır.”[31]
“De ki; göklerde ve yerde olan şeyler kimindir? De ki; Allah’ındır.”[32]
Allah Teâlâ sahip olduğu bu mülkleri, isteyen, çalışan
ve mülk edinme usul ve yollarına sarılanlara verir. Böylece mülk üzerinde
meşrû yoldan tasarrufta bulunma ve yararlanma hakkı insana geçmiş
olur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Ey Muhammed! De ki: Ey mülkün sahibi Allah’ım! Mülkü
dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini
zelil kılarsın. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki Sen, her şeye kadirsin.
Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye. Ölüden diriyi çıkarırsın,
diriden de ölüyü. Dilediğini de hesapsız rızıklandırırsın.”[33]
Allah Teâlâ’nın yaratıp, insanların emrine ve istifadesine
sunduğu dünya nimetlerinin İslâm’ın belirlediği usul ve yöntemlerle
özel mülkiyete konu olması mümkündür. İslâm özel mülk edinme hakkını
tanımış, Hz. Peygamber, ashab-ı kiram ve yüzyıllar boyunca İslâm toplumları
özel mülklerin sahibi olmuşlardır.
Kur’an-ı Kerim’de otuzun üzerinde âyette namazla birlikte
zekâtın emredilmesi, faizi yasaklayan âyette; “Eğer faizden tevbe
ederseniz ana paranız sizindir” [34]
buyurularak, faizle ödünce verilen anaparadan söz edilmesi, miras,
ticaret ve borçlanma[35]
ile ilgili düzenlemelerin yapılması özel mülkiyetin varlığını
açıkca gösterir.[36]
İslam Hukuku’na göre mülk Allah’ındır. Allah, isteyen,
çalışan, kullarından dilediğine mülkünü emanet eder. Artık Allah’ın emanet
etmiş olduğu o mülk kulun özel mülkiyetine girer. Allah hakkı olarak vermesi
gerekenlerin dışındaki malını istediği şekilde harcama tasarrufuna sahiptir. İslam
özel mülkiyeti korunması gerekli beş
esastan biri olarak saymıştır.
DEĞERLENDİRME
AİHS ve İslam Hukuku’ndan ele adığımız birkaç madde, bize
şunu gösteriyor; AİHS ve İslam Hukuku arasında bir çok ortak nokta var.
AİHS’nin insan ürünü olduğunu söyleyip kestirip atmamız uygun değildir. AİHS İslam’ı
bilmeyen kimselere İslam’ın bazı nüvelerini yaşatıyor. Bazı yönleriyle takdir
etmemizde bir beis yoktur.
İslam Hukuku 7.
yüzyılın ürünü olmasına rağmen 20.
yüzyılda ortaya çıkmış AİHS ile benzerlikler taşıyor. Bununla da kalmayıp
AİHS’den daha şumullü olduğu yerler var. Nitekim bazı noktalarda AİHS daha
cazip görünse de AİHS’nin maddelerinin zamanla ek protokolllerle değiştiği
vakidir. Hatta yapılan bazı ek protokollerde, AİHS’nin İslam Hukuku’na daha
yakın kararlar aldığını ifade edebiliriz. Bu gelişmeler bize İslam Hukuku’nun
zamanlık değil; zamanlar üstü olduğunu gösteriyor.
Yazar: Ali Çalıkoğlu
Yazar: Ali Çalıkoğlu
[1]
Ünal, Şeref, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, TBMM Basımevi, Ankara, 2001, s.
66.
[2]
Çor, Yaşar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Sözleşme Kapsamında İşkence
Görmeme Hakkına Bakış Açısı
[3]
AİHS 2. Madde
[4]
Korff Douwe, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. Maddesinin Uygulanmasına
İlişkin Kılavuz Kitap
[5]
http://www.iskenderpasa.com/802002DB-632C-4B0A-A7FB-107D6166EA33.aspx
[6]
“Din, can, ırz, akıl ve mal İslam’ da korunması esas beş haktır.”
[7]
Hicr Suresi, 23
[8]
Kaf Suresi, 43
[9]
Maide Suresi, 32
[10]
Buhârî, Cenâiz, 84, II, 100; İbn Kesîr İsmail b. Fida, Tefsîrü’l-Kur’âni’l-Azîm,
I, 480. Mısır, tarihsiz. Yazır, II, 1343-1344; Müslim, İman, 175, I, 103-104;Tirmizî,
Tıb,7, IV, 386; Buhârî,
Cenâiz, 84, II, 100; Enbiya, 50, IV, 146.
[11]
Müslim, hacc 147; Tirmizî, tefsiru sûre (9) 2; İbn Mâce, menâsik 76, 84;
Dârimî, büyü 3, menâsik 34; Muvatta, büyü 83; Ahmed b. Hanbel, V, 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/335-336.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/335-336.
[12]
Bedîüzzaman, Mektûbât, S. 80.
[13]
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı
hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.”Bakara, 178
[14]
HAMİDULLAH Muhammed/AYDIN M. Akif; “Köle” TDVİA Örnek Fasikül, İstanbul 1986,
s. 126.
[15]
AKYILMAZ, Gül, Osmanlı Hukukunda Köleliğin Sona Ermesi İle İlgili Düzenlemeler
[16]
BOZKURT, Gülnihal, Eski Hukuk Sistemlerinde Kölelik
[17]
AİHS 4. Madde
[18]
AYDIN M. Akif, Hukuk Tarihi, s. 242.
[19]
FENDOĞLU Hasan Tahsin, Türk Hukuk Tarihi, İstanbul 2000, 509–520; ENGİN, s.
26–27.
[20]
Nisa 4/36.
[21]
Nisa 4/98.
[22]Bakara
2/177, Nisa 4/92, Maide 5/89, Mücadile 58/3.
[23]
Buhârî, Itk, 1; Müslim, Itk, 24).
[24]
Ahmed b. Hanbel; Müslim(Eyman, 29); Tirmizî ; Ebu Davud. (bk. Kenzu’l-Ummal, h.
No: 25020).
[25]
Nisâ, 4/92; Mücadele, 58/3; Maide 5/ 89
[26]
AKYILMAZ, Gül, Osmanlı Hukukunda Köleliğin Sona Ermesi İle İlgili Düzenlemeler
[27]
GÜLEN, M. Fethullah, Asrın Getirdiği Tereddütler 1
[28]
AİHS Madde 1, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin
Sözleşme’ye Ek Protokol, Paris 1952
[29]
Âli İmrân, 3/189.
[30]
Mâide, 5/17; bk, âyet 120.
[31]
Tevbe 9/116.
[32]
Enâm 6/12.
[33]
Âli İmrân 3/26, 27.
[34]
Bakara, 2/279.
[35]
Bakara 2/3, 188, 275, 282, 283; en-Nisâ, 4/29; el-Meâric 70/25; ez-Zâriyât
51/19; et-Tevbe, 9/103.
[36]
DÖNDÜREN, Hamdi, Ticaret İlmihali, mülkiyet maddesi